'Otokratik bir rejim içinde yeni bir seçime gidiyoruz'

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, Türkiye'deki ekonominin son durumunu yaklaşmakta olan yerel seçimler çerçevesinde değerlendiriyor.

""
Ekonomi Politik: 11 Mart 2024
 

Ekonomi Politik: 11 Mart 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Merhabalar, günaydın!

A.B.: Günaydın!

Ö.M.: Bugün bu sefer biraz ekonomik durumla ilgili bir özetleme yapacağız, öyle değil mi?


A.B.: Yerel seçimler yaklaştı, birkaç hafta kaldı. Yerel seçimleri muhtemelen önümüzdeki programlarda daha ayrıntılı değerlendireceğiz, ancak bir iki hususa dikkat çekmek istiyorum; yerel seçimler sürecinde muhalefetin, Türkiye’nin nasıl bir anayasal rejim içinde olduğuna değinmediğine, otokratik bir rejim içinde olduğumuzu görmezden geldiğine tanık oluyoruz. Kuvvetler birliğine dayanan bir rejimde olduğumuza ilişkin vurgular yapılmıyor. Oysa otokratik bir rejim içinde yeni bir seçime gidiyoruz. Mayıs 2023’teki iki seçimde ve 2019 yerel seçimlerinde neler yaşandığı konuşulmuyor, 2019’da İstanbul seçimlerinin iptal edilip iki kez yapıldığı, engellemeler, iktidar lehine alınan Yüksek Seçim Kurulu kararları konuşulmuyor, seçim güvenliği de konuşulmuyor.

Yerel seçimler daha çok ekonomi üzerinden konuşuluyor. Yerel seçimlerden sonra ekonomide nasıl bir görünüm olacağı, 2023 Mayıs seçimlerinden sonra oluşan ekonomi yönetiminin görevde kalıp kalmayacağı, ekonomi yönetiminin ve Merkez Bankası’nın belirlediği hedeflerin tutup tutmayacağı öne çıkan sorular oluyor. Enflasyon hedefi bir türlü tutmuyor, enflasyon sürekli artıyor, faizler de olması gereken seviyede değil. Merkez Bankası faizi arttırır mı? Normal şartlarda bu ay artırılması bekleniyordu ama artırmadılar - sarayın müdahalesi nedeniyle mi artırılmadı? Yerel seçimlerden sonra dört sene seçimsiz dönem var. Erdoğan, seçimsiz dönemde büyümeden fedakârlık edecek politikalara olur verir mi? Önemli bir soru bu.

Erdoğan, büyümeden feda eden bir senaryoya evet derse, Merkez Bankası da faizleri artırırsa yani bu senaryo işlerse Türkiye’ye dışarıdan sıcak para gelir mi? Son aylarda döviz kurunda kontrollü bir şekilde değer kaybı devam ediyor. Diğer bir soru; seçimlerden sonra döviz artar mı? Geçen hafta Merkez Bankası faiz arttırmak yerine arka kapıdan bazı tedbirlerle, munzam karşılıkları arttırmak suretiyle parasal sıkılaştırma yaptı ve bu uygulama ile faizlerde 250 baz puanlık bir artış sağlamış gibi oldu.

Bunun saray müdahalesi nedeniyle olduğu ileri sürüldü, bu şekilde müdahalelerin olması eski politikalara dönüş olarak da algılandı. Ekonomide mevcut kadro devam eder mi? Eder ise Erdoğan ile ilişkileri nasıl olur? Yerel seçimler sonrasına ilişkin yurt içinden ve dışından buna benzer sorular soruluyor ve beklentileri ortaya konuyor.

Tablo bu şekildeyken, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından Fitch, Türkiye’nin notlarında olumlu bazı düzeltmeler yaptı. Bu düzeltmeler, Türkiye’ye yatırım yapılabilir seviyesinde değil ama olumlu sayılan bir değişiklik yapıldı. İlginç olan, kredi notundaki düzeltme, seçim sonuçları beklenmeden yapıldı. İsterseniz bu değişikliği anlamaya çalışalım, konuya Türkiye’nin toplam borçları üzerinden giriş yapalım. Türkiye sorunlu bir borç ülkesi; 2023 sonu itibariyle toplam borçları 29 trilyonu geçmiş durumda. Kamunun borçları 9 trilyon, özel sektörün de 20 trilyonu aşmış durumda.

Ö.M.: Lira değil mi?

A.B.: Evet, Lira. Hazine malum, en fazla borçlu kurum ama Merkez Bankası da son yıllarda, 2017 - 2018 sonrasında çok ciddi borçlanma yaptı. Merkez Bankası’nın borçlarının artmasının nedeni, meşhur 128 milyar doların toz olması. Yapılan analizlere göre, Merkez Bankası 128 milyarlık rezervi arka kapılardan harcayınca, daha sonra onu yerine koymak için borca sarılmış! Bunu bir anlamda Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine, otokrasiye geçişin maliyeti olarak görmek mümkün. Borçları reel olarak da artıyor ama borçların artmasının en önemli nedenlerinden biri de enflasyonun artışı. Toplam borçlar, enflasyonun etkisiyle son altı yıl içinde %570 artmış ve bununla birlikte milli gelir de reel olarak değil ama nominal olarak artmış yani her ikisi de artmış.

2021’e kadar her ikisinin de artışı birbirine yakın. 2021’den sonra enflasyondaki yükseliş başladı malum, kanıtı olmayan ‘nas’, ‘faiz sebep - enflasyon sonuç’ geçerli olmaya başladı. Bu dönemde düşük faizle verilen şirketlerin de, ailelerin de borçları artıyor, düşük faizle ciddi bir miktarda şirketlere kaynak da arttırılıyor.

Ancak 2021’den sonra milli gelir, nominal olarak toplam borçlardan daha fazla artmış. Borç sürdürülebilme oranı, reel borç oranı diye adlandırılan bir oran var. Basitçe şöyle anlatabiliriz; nominal borç miktarı ile nominal milli geliri böldüğümüzde reel olarak borç oranını elde ediyoruz. Bu da ülkelerin borçlarını sürdürülebilme göstergesi oluyor. Fitch gibi kredi derecelendirme kuruluşları, temel olarak buna bakıyor, bu orana borcu döndürme kapasitesi de deniyor. Milli gelir kağıt üzerinde enflasyon ve diğer nedenlerle arttığı için bu oran yükseldi.

Kredi derecelendirme kuruluşları için ülkede yaşanan açlık, yoksulluk, emeklinin maaşının düzeyi önemli değildir ve hatta enflasyon bile borcu ödeyebildiği ölçüde önemli değildir. Eğer bir ülke ya da kuruluş borçlarını ödeyebilme sınırına yaklaşmış ise ya da bu oranı tutturmuş ise bu düzeltmeyi yapabiliyorlar, en önemli baktıkları husus bu oluyor. Onlar, dar ve sabit gelirlinin durumu ile gelir dağılımı, sosyal sorunlar ve işsizlikle falan ilgilenmezler; onlar, sıcak para yatırımcısına referans oldukları için sıcak paracılara sinyal verecek durumların nasıl olduğuna bakarlar. Türkiye’nin döviz ihtiyacı var, dışarıdan sıcak para denilen finansal para girişlerine ihtiyacı var. Bu yatırımcılar için de önemli olan, borç verdikleri/finansal varlıklarına yatırım yaptıkları ülkeden paralarını faizi /kârı ile birlikte geri alıp alamayacaklarıdır.

Kredi derecelendirme kuruluşu Fitch‘in seçim öncesi Türkiye ekonomisine ilişkin yaptığı bu olumlu düzenleme, bu kapsamda yapılan bir değişikliktir. Bu sadece sıcak paracılara bir ölçüde sinyal vermektir. Aynı zamanda iktidara ve ekonomi yönetimine ‘sıcak paracıların iştahını artırmaya devam etmelisiniz’ mesajı da vermektir. Bazı çevreler, haklı olarak, not değişikliklerinin zamanlamasını, iktidara böyle bir desteği manidar buldu.

Türkiye ekonomisinin temel göstergelerinde büyümeden işsizliğe, cari açıktan enflasyona bir düzelme söz konusu değil; tutturulamayan hedefler içinde boğuşuyoruz. Özellikle enflasyon hedefi, iki ayın enflasyon rakamlarını üst üste koyduğumuzda ve yıl sonu Merkez Bankası hedefine baktığımızda hedefin tutmayacağını herkes biliyor.

Çünkü faizler gerçekçi değil. Sarayın faizler hakkındaki sicili belli, ekonomi yönetimi ve Merkez Bankası’nın faizler üzerine bir mutabakatı var mı? Bunun nasıl şekilleneceği önemli. Erdoğan ve havuz sermayesi, seçmenle olan illüzyonu sınırda da olsa devam ettirmek için iç talebe dayalı büyümeyi ister. Çünkü bu yaklaşım, iktidar oylarını belli ölçüde tutmayı sağlayabiliyor. Önümüzdeki dönemde artmaya devam eden yüksek enflasyon ortamında faizlerin yükseltilmesine izin verilecek mi? Gördüğüm kadarıyla, dış beklentiler de bu yönde. Açık açık, ‘faizleri yükseltmezseniz para gelmez’ diyorlar. Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası ile sıcak paracılar, bu konuda aynı düşünüyorlar fakat saray ekonominin daralmasına yanaşabilecek mi? Sarayın dikte ettiklerinden belli ölçülerde vazgeçmek bu.

İç ve dış piyasalarda beklentiler, Merkez Bankası faizlerinin yükseleceği doğrultusunda. Faizlerin yükseltilmesi, Türkiye’ye borç verenler için güzel bir şey ki zaten ancak böyle olunca gelebiliyorlar, yatırdıkları paraya reel faiz alıp almayacaklarına bakıp borç verebiliyorlar. Türkiye, hep dünyada sıcak paracılara ciddi yüksek faiz reel getiri sağlayan ülkelerden oldu, sağlamaya devam edeceği de anlaşılıyor. Erdoğan, 22 yıllık iktidarında söylediklerinin tersini defalarca yapan bir lider.Nas’sız dönem, sonra ‘Nas’lı dönem, 2023’ten sonra tekrar Nas’sız döneme geçtik. Şimdi ise yüksek faizli döneme pekala ‘evet’ diyeceği anlaşılıyor.

Sıcak para gelince ne oluyor? Türkiye, gelen dövizlerle ödemeler dengesini düzenliyor, borçlarını döndürebiliyor, cari açığını finanse edebiliyor, döviz kurunda yükselmeleri kontrol edebiliyor ama bunun bize faydası yok, ağır ekonomik şartlarda yaşayan toplumsal kesimler, emekliler, dar gelirliler için bunun bir faydası yok. Parası olan yüksek faizlerden yararlanıyor.

Sonuçta, bunlar ekonomik büyümenin düşeceği daralmayla sonuçlanacağı politikalar. Ekonomik daralma da istihdamı, işsizliği olumsuz etkiliyor, çok sorunlu bir istihdam düzeyi var Türkiye’nin - işsizlikle kıvranıyor. Türkiye, geçen sene %4,5 düzeyinde bir büyüme gösterdi ancak bu büyüme oranları, Türkiye’nin sorunlarını çözmüyor ve üstelik de aktivitenin daha da daralması, sorunların daha da ağırlaşmasına yol açacak.

Geçen hafta Fikret Başkaya hocanın iktisadi büyümeyle, GSMH- GDP kavramlarıyla ile ilgili bir yazısı yayınlandı. Hoca, iktisadi büyüme fetişizmini anlatıyor, büyüme kavramının içeriğinin ne olduğunu irdeliyor ve soruyor; ‘Kapitalist sistem içinde kimin için büyüyor ekonomiler?’ Ekonominin büyümesi, kişi başı düşen milli gelirin artması ne anlama geliyor, kimin refahı artıyor, gerçek mi bunlar? Bunları sorgulayan bir yazısı yayınlandı, tavsiye ederim.

Ö.Ö.: Bu mesele uzun zamandan beri var. Yani biraz daha solda duran ekonomistler tarafından neden GDP üzerinden ekonomiyi ölçüyoruz sorusu soruluyor.


A.B.: Evet, bunun yanlışlarını epeydir konuşuyoruz, bu konuyu sadece sistem dışı iktisatçılar değil, sistem içinde olanlar da - Joseph Stiglitz gibi - yıllardır dile getiriyorlar. Hoca, yazısında da söylüyor zaten; büyüme, milli gelir gibi kavramların üzerinden yapılan hesaplamalarla ülkelerin refah seviyesinin ölçülmesi, kişi başı refahın bu şekilde değerlendirilmesi yanlış ve yetersiz.

 

Ö.M.: Yetersiz olduğu gibi yani bir de tersine sonuçlar da doğuruyor, bütün çarpık bakışın daha da kuvvetli ters uygulamalarına yol açıyor.

A.B.: Evet, ters sonuçlar elde etmenin kaynağını teşkil ediyor.

Ö.M.: Evet.

A.B.: Son günlerde bazı raporlar yayınlandı ve bunlardan elde ettiğim, dikkatimi çeken bazı hususlardan da bahsetmek istiyorum.

Sosyal Güvenlik Kurumu’nun raporuna göre, Türkiye’de 2003’te kamu personel sayısı 2 milyon 187 bin imiş ve 2011’de 3 milyon 37 bin kişiye yükselmiş. 2012 - 2016 döneminde 751 bin kişi daha kamuya katılmış ve 2016’da 3 milyon 604 bin kamu personeli olmuş. 2023 sonunda bu rakam, 5 milyon 175 bin kişiye ulaşmış. Kamuda çalışan sayısı 20 yılda iki katını aşmış durumda. 2003’te kamuda istihdam edilenlerin, çalışan nüfusa oranı % 9,2 iken bu da %16,1’e yükselmiş. Türkiye’de kamuya bağlı çalışan ciddi bir nüfus var ve nüfus, çalışan nüfusun 1/6’sını teşkil ediyor. Kamuda çalışanların ücretleri neyle ödeniyor? Elbette vergilerle ve borçlarla karşılanıyor.

Kamuda fiilen çalışanların durumu böyle iken, peki memlekette emekli sayımız ne kadar? 2023 faaliyet raporuna göre emekli sayısı 2022’ye göre 2 milyon 97 bin kişi artarak 16 milyon 30 bin 256 kişiye ulaşmış, muazzam bir rakam bu. 16 milyon 30 bin 256 kişiye bağımlı olan insanlar da var, emeklilere bağlı olan kişiler de var - eşler, çocuklar, dul, yetim ve malullerin sayısı ise 34 milyon 813 bin.

16 milyon 30 bin bizim emeklimiz var, 34 milyon 813 bin emekliye bağımlı sigortalı var. Emeklere pasif sigortalı diyoruz. Aktif sigortalı sayımıza bakalım; 2023 Aralık sonu itibariyle 25 milyon 358 bin. Aktif sigortalılar primleriyle pasif sigortalıların maaşlarını ödeyebiliyor mu, finanse ediyor mu? Buna aktif/pasif sigortalı oranı deniyor. Bir de buna bakalım.

Bu oran, Türkiye’de içler acısı durumda. Buna aktöryel denge de denir. Aktöryel denge içler acısı durumda. Ayrıca aktif sigortalı gözükenlerin yaklaşık 2,5 milyonu da düzensiz ödeyenlerden ya da hiç ödemeyenlerden oluşuyor. Normalde OECD ülkelerinde, Avrupa Birliğinde aktif sigortalıların pasif sigortalılara oranı dörttür. Bu ülkelerde dört sigortalı bir emekliyi karşılıyor, finanse ediyor.Bir sosyal sigorta kurumunun mali açıdan ayakta kalabilmesi için aktif/pasif sigortalı oranının en az dört olması gerekmektedir.

Bu sabah yayına girmeden tekrar hesapladım; bizde bu oran 1,6’ya denkgeliyor. Üstelik sigortalı gözükenlerin hepsi primlerini ödüyor gibi kabul ederek hesapladım. Bir ülkenin sosyal güvenlikte aktif pasif oranı bu düzeyde ise çok ciddi sorunlar var demektir. Emeklinin içler açısı hali bu dengesizlikte gizlidir.

Bu kitleyi seçimlere bağlayarak analiz etmek istiyorum. Türkiye’de 25 milyon aktif çalışan, 16 milyon da emekli var ve bu emeklilere bağlı olanlar da 34 milyon. Bunları topladığımızda nüfusun büyük bir bölümünün dolaylı ve dolaysız sigorta kapsamı içinde olduğu anlaşılıyor. Kapsam geniş ama bu insanlar çok kötü bir ekonomik yaşam sürüyorlar, var ile yok arasında çok düşük maaşlar ve sağlık hizmeti alıyorlar, geçinemiyorlar, beslenemiyorlar büyük çoğunluk yoksulluk ve açlık sınırlarında ve altında yaşıyorlar.

2006’da bir sosyal güvenlik reformu yapılmıştı, o devirde de ekonomi politikte reform ne getirir ne götürür çokça konuşmuştuk. Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi 80’lerin ortalarından itibaren çok ciddi sorunlar yaşamaya başladı, bahsettiğim dengeler hızla bozulmaya devam etti. Bazı düzenlemelerle frenlemeler yapılmaya çalışıldı ancak bunlar neo-liberal bir anlayış çerçevesinde oldu, sosyal devlet mantığından uzaklaşıldı. 2001 krizinin neo-liberal çıkış politikalarına göre bu reform edilen uygulamalar yapıldı.

Gelelim bu kitlenin seçimlerle olan bağlantısına; şimdi, bu kitle seçimlerde oy verecek, bu insanların büyük bir çoğunluğu seçmen. Bu seçmenlerin, emeklilerin, kamuya bağlı çalışanların durumu kötü, hali hazırda cari kamu personelinin durumu emeklilere göre çok daha iyi olmasına karşın yüksek enflasyon hepsini etkiledi, enflasyonun en fazla etkilediği kesim burası - yüksek mağdurluğun yaşandığı bir geniş toplumsal kesim, düşük maaş ve yaşam koşullarında yaşamaya çalışıyorlar.

İktidar zaman zaman mağduriyet altında bulunan bu kesme, bilhassa seçimler öncesine denk gelen, dostlar alış verişte görsün şeklinde göstermelik paralar veriyor, 1000 - 2000 lira bayram ikramiyesi, ramazan ikramiyesi vs. veriyorlar.

Türkiye’nin mağdur bu toplumsal kesimde yaşayanlardan, içinde bulundukları durumdan rahatsız olduklarını beyan edenler var ama büyük çoğunluk sessizliğini devam ettiriyor, çok ciddi mağduriyeti yaşamalarına rağmen iktidarla olan ilişkilerinde hakim olan illüzyon devam ediyor. Asıl mesele bu; bu ilişkiye, bunun arkasına nasıl bakmalıyız, nasıl analiz etmeliyiz? Bence en önemli soru budur.

Uzunca bir süredir izlediğim, devlete/iktidara çok düşük, süründüren maaşlarla, kalitesiz devlet yardımlarıyla ve hizmetleriyle bağlanmış, oyları da iktidar tarafından ipotek altına alınmış mağdur kesimlerde neden bir sessizlik ve kabul ediş var sorusunun yanıtı bu bağda gizli. Devlet ile fertler ve aileler arasında kurulan maaş ilişkisi, bu kesimlere güçlü bir ekonomik katkı yaratmıyor ama vazgeçilmesi kolay olmayan bir yapışkanlık yaratıyor. Vatandaşın, seçmenin düşük ücretle kamulaştırılması bu bağ ile gerçekleşiyor.


Seçimlere giderken en mağdur olan kesimde durumu böyle açıklamak mümkün, en azından ben böyle görüyorum. Mağduriyetin neden oylara yeterince yansımadığını böyle anlamak mümkün. 2023 seçimlerinde seçmenin iktidara kârlı ilişkisinde radikal bir azalma söz konusu olmadı. 2023 seçimleri yine otokrasinin devamı niteliğinde cereyan etti.

Mayıs seçimlerinden bu yana, bu kesimlerin mağduriyeti daha da arttı, artmaya da devam edecek. Bu kesimler, düşük gelirliler, neo-liberal, anti-enflasyonist programlardan en fazla zarar görecek kesimlerdir. Dolayısıyla, bu kesimlerin nasıl bir refleks geliştireceği önemli ama muhalefetin bu ortamı devşirmesi lazım, ancak darmadağınık bir muhalefet var.

Ö.M.: Ben de onu soracaktım; emekliler dünyasının bu son derece karanlık eğitim dünyası da öyle, emekliler dünyası da gayet karanlık bir tablo ile çizilmesini gerektiren bir durumdayız. Ona rağmen, muhalefetin bu konuda kuvvetli bir tez ortaya koyduğunu yerel seçimler öncesinde söylemek zor,, öyle değil mi?

A.B.: Otokrasi içinde kaçıcı seçimlere giriyoruz. Dünya alem biliyor ki bu rejimde demokratik seçimler yapılamıyor ama muhalefet bunun farkında değil, sanki önceki seçimlerde yaşananlar yok gibi, sanki demokrasi işliyor gibi bir ruh halinde, üstelik darmadağınık bir halde.

Ö.Ö.: Geçenlerde Bekir Ağırdır’ın da bir yazısı vardı. Genel seçmende de bir ilgisizlik var zaten yani böyle bir hava yok ortada.

A.B.:İktidar partisi dökülüyor, adayları çok yanlış, kalitesiz belirlenmiş durumda. Bu kalitesizlik darmadağın muhalefetin işine yarıyor, avantaj yaratıyor ama ölçü bu olmamalı. İktidar önceki seçimlere göre kötü adaylarla yola çıktı.

AKP ve ittifakında 22 yılın getirdiği, otokrasinin getirdiği atıllık ve yorgunluk var. Bu, yılların getirdiği yorgunluk, doymuşluk halleri. CHP’nin tek parti döneminin sonlarına doğru yaşadığı haleti ruhiye gibi. CHP’nin 46 seçimlerine gitmesi gibi bir hal var. CHP, o devirde 27 yılın yorgunluğunu, atıllığını yaşıyordu. Otokrasi AKP’sini de etkiledi bu, parti olmaktan çıkmış, kişiye özel bir teşkilat haline gelmiş ama devam etmek istiyor. Çünkü bir çıkar düzeni oluşmuş durumda, bir menfaat topoğrafyası var, bu topoğrafyanın devam etmesi isteniyor. Devam etmez ise kurulan statükonun etkilenmesi söz konusu.

2019’da yerel yönetimlerde muhalefetin başarısı üzerine bir yerel yönetimler gücü oluştuğundan söz etmiştik. 2012 Mahalli İdareler Yasası değiştikten sonra, yerel yönetimlerin ekonomik güçleri arttı. Türkiye’de yatırım bütçesinin önemli bir kısmı belediyeler tarafından yapılır hale geldi. Yerel yönetimler, iktidarda bulunan muhalefet, merkezi iktidar tarafından engellense de bu güç önemli ve halkla temasa da yansıyor, elbette illüzyonun kırılması, ipoteğin kalkmasına yetecek mi? Bunu muhalefetin dağınıklığından dolayı net anlayamıyoruz ama manzara bu.

Ö.M.: Evet süreyi bitirdik maalesef.

A.B.: Milli Eğitim Bakanlığı da bir rapor yayınladı; Türkiye’de 1 milyon 33 bin öğretmen olduğunu öğreniyoruz, pek çok ülke nüfusunun üstünde bir rakamla karşı karşıya kalıyoruz. Ancak bu kadar öğretmen olmasına rağmen okullarda öğretmen açığı var. Ciddi bir sorun ve dengesizlik var.

Milli Eğitim Bakanlığı raporunda sizi ve izleyicilerimizi ilgilendirecek çok konu var ama birine dikkat çekelim; Bakanlık 10 adet zayıf yön açıklamış. Biri, yeşil dönüşüm, çevre ve iklim değişikliği! Yenilenebilir enerji ve iklim konusunda eğitim uygulamalarının yetersiz olmasına dikkat çekmişler - en azından bunun farkında olmaları önemli.

Ö.M.: Evet, iyi bir şey.

Ö.Ö.: Halbuki çevrecinin daniskasıydı.

A.B.: Tabii canım! Adet yerini bulsun.

Ö.M.: Evet. Peki, çok teşekkür ederiz.

A.B.: Görüşmek üzere, iyi yayınlar size.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.

Ö.M.: Hoşça kalın.